Ana içeriğe atla

BİYOGÜVENLİK Mİ, BİYOTEHLİKE Mİ?

 GDO GERÇEĞİ

Bilim ve teknoloji çok hızlı ilerliyor. Sağlıktan iletişime; uzay sanayiden biyoteknolojiye her alanda olağanüstü gelişmeler kaydediliyor. Bilim ve teknolojideki devasa gelişmeye karşın; dünya nüfusunun yüzde 45’i günlük 2 US Dolar gelire sahip; bunların da yarısı günde bir dolarla yaşam savaşı veriyor. Yani dünyada 1,5 milyar insan açlık çekiyor. Her yıl 25 milyon insan da açlık ve buna bağlı hastalıklardan hayatını kaybediyor.
Bilim ve teknolojideki gelişmelerin tarım alanındaki yansıması GDO’dur. Biyoteknolojinin tarımda artan nüfusun gıda ihtiyacının karşılanmasına yardım etmesi beklenirken; kâr hırsının yön verdiği kapitalist egemenlik koşullarında uygulamadaki sonuçları bunun böyle olmadığını gösteriyor. Ne insanı ne de beslenme sorununun çözümünü, ama tamamen azami kâr kaygısının gerçekleşmesini amaç edindiğinden, kapitalizmde doğanın tahribine yol açarak ilerleyen GDO’lu gıdalar beslenenlerin sağlığını bozarken, tarım üreticilerini de köleleştiren bir işlev görüyor. Bu, artı-değerin gaspının yanı sıra insani değerler dahil tüm maddi ve manevi doğal ve toplumsal zenginliklerin talanına dayalı emperyalist kapitalist egemenliğin doğrudan sonucudur. Azami kâr kaygısıyla uluslararası tekelci burjuvazinin egemenliğinin bu sistemi; birey olarak insanın ve insan toplumunun yararını (beslenmesi de içinde olmak üzere maddi ve manevi ihtiyaçlarının giderek artarak giderilmesini) değil; bir avuç tekelci kapitalistin çıkarını esas alır. Bu nedenle de, bilim ve teknolojiyi kendi hizmetine koşan sermaye egemenliği altında, biyoteknoloji ve diğer teknolojik ilerlemeler; bir yandan üreten ve çalışan sınıflar için daha çok işsizlik ve açlık anlamına gelir. Kapitalist sistemde teknolojik ilerlemeler, daima yeni işsizleri ve açları doğurur. Bu durumu, işçi sayısı azalmasına karşın üretilen ürünün her geçen gün arttığı işletmelerde saptayabiliriz. Öte yandan bilimsel ve teknolojik gelişme, tatlı kârlarından başka gözü hiçbir şey görmeyen sermaye tarafından, yalnızca, kendi birikim ihtiyaçlarını gidermenin dayanaklarına dönüştürülür. “Gereksiz masraflar”dan kaçınarak kârını maksimalize etme peşindeki sermaye, ne insanı ve sermaye egemenliğinin bir ürününden başka şey olmayan açlığın giderilmesini düşünür, sağlığı da içinde insanın tüm ihtiyaçlarını yok sayar, tehlikeden tehlikeye atar, tüm insani ihtiyaçların dikkate alınması ve gereklerinin yerine getirilmesini kârını azaltacak “gereksiz masraflar”dan sayar; geriye çıplak kâr hırsından başka bir şey kalmaz. Tüm bilimlere olduğu gibi, genetiğe de kârını artırmanın kaldıracı olarak yaklaşır, insanı düşünmeden genetikle ve biyoteknolojiyle oyun oynar.
Bilimsel gelişmelerin insanlığın hizmetine sunulması ancak sosyalizmde mümkündür. Sömürünün olmadığı, kâr kaygısının bulunmadığı ve insanın ve ihtiyaçlarının karşılanmasının önüne geçmediği böyle bir sistem bunu sağlayabilir. Sosyalizmin 17 Ekim devrimiyle zafere ulaştığı Çarlık Rusya’sı 40 yıl boyunca dev ilerlemelerle dünyanın ikinci sanayi ülkesi ve bir numaralı tahıl ambarı haline geldi. Bilim ve teknoloji; –kesintiye uğramış da olsa– ancak yeniden sosyalizmle insanın tam özgürleşmesinin hizmetine girecektir. Çünkü orada “köleleştirici kâr güdüsü” olmayacaktır. Bilim ve teknolojik ilerlemeler insana ve toplumun refahının yükselmesine hizmet edecektir.

Kapitalizm koşullarında beslenme ve tarımsal ve hayvansal üretimle ilgili genetik ve genetiğin kullanılmasına gelince…
Tarım alnında 1950’li yılların ortalarında başlayıp ‘90’lı yılların ortalarına kadar gelen süreç “yeşil devrim” olarak adlandırıldı. Bu dönemde tarımda monokültüre geçildi. Bol su, gübre ve pestisit kullanılarak daha yüksek verim alındı. O kadar kimyasal ilaç kullanıldı ki, yılda 39 milyon zehirlenme yaşandı. Sonuç; azot ve pestisitlerle toprağın ve suların kirlenmesiydi. Ürün çeşitliliği yok edildi ve yanı sıra küçük üreticiler yıkıma uğradı.
Tarımda monokültüre geçişle en büyük kazancı kimyasal ve sentetik ilaç ve gübre tekelleri elde ettiler. Emperyalist kapitalist sistemin “yeşil devrimi” böyle bir “devrim”di.
Gelinen nokta, toprağın verimsizleşmesiydi. Kirlenen toprak ve sular “Yeşil Devrim”i bitirdi. Uluslararası tohum, gübre ve zehir tekelleri, dünyadaki nüfus artışını da bahane ederek, gıda üretimini denetimleri altına almak için “İkinci Yeşil Devrim”in GDO ile gerçekleşeceğini savunmaktadırlar. Bu “İkinci Yeşil Devrim”in de akıbeti de önceki gibi olacaktır. Bir farkla ki; zararı ve etkisinin daha yıkıcı olacağı kesindir.
Geleneksel ve doğal yollarla yapılan tarımsal faaliyetler, “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar” (GDO) ile yok olma sürecine giriyor.
Kapitalist egemenlik altında, genetiğin kâr hırsına kurban edilmesiyle, GDO'lar, yeryüzünde sonunun nereye varacağı belli olmayan tehlikeler saçmaya devam ediyor. Doğada üreticiler, 12 bin yıldır ekip biçerek, getirdikleri tohum, fide ve diğer damızlık tarım ürünlerini kültürel seçme ile günümüze kadar ulaştırmışlardır. Tamamen sermayenin çıkarlarına bağlanmış halde bu materyallerin genetiğiyle oynanarak, çokuluslu şirketlerin patentine teslim edilmesinin, yakın gelecekte çok büyük sorunlara yol açacağı tahmin edilen bir durumdur.
1970lerde başlayan, ’80’lerden itibaren hızlanan bitki biyoteknolojisinde genetiği değiştirilmiş ilk ürün, 1996’da Amerika’da üretildi. FlavrSavr adı verilen domatesin raf ömrü uzatıldı. Domatesi, gen aktarılmış mısır, pamuk, kolza ve patates takip etti.
Modern biyoteknolojik yöntemler kullanılarak geliştirilmiş transgenik ürünlerin dünyadaki ekim alanı, 2007 yılı sonu itibarıyla, 112 milyon hektarı geçti. ABD, Kanada, Arjantin ve Brezilya başta olmak üzere, Çin, Hindistan, Avustralya ve İspanya gibi toplam 23 gelişmiş ve gelişmekte olan ülke bu ürünleri ekiyor.

GENETİĞİ BOZULAN ORGANİZMALAR
Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar demek, bu tohumların potansiyel tehlikesini gözden saklayan bir terimdir. Bir canlının genetik yapısıyla oynamak, bu yapıyı bozmaktan başka bir şey değildir. Yeryüzünde bulunan her canlı yüz milyonlarca yıldan bu yana yaşamını devam ettirerek, zorlu koşullara uyum ve direnç göstererek, bu başarısını da genetik olarak bir bakıma imzalamıştır. Genetik yapıdaki (Genom) çok küçük değişikliklerin bile hangi sonuçları doğuracağı öngörülemez. Doğal mutasyonlar çoğunlukla canlının doğal varlığının tehlikeye düşürecek sonuçlar doğurmaktadır. Çok az mutasyonlar yararlı olabilmektedir. Buna göre, genel olarak GDO’lar genetiği bozulmuş organizma olarak adlandırılmalıdır.

GDO GIDA SORUNUNA ÇÖZÜM OLABİLİR Mİ?
İnsanlığı açlıktan kurtaracak girişim olarak sunulmaktadır. GDO ilk olarak kaliteli ve ucuz gıda üretimi, dünyadaki açlığın önlenmesi, çevre kirliliğinin azaltılması ve gıdaları genetik olarak vitaminlerle takviye ederek beslenme yetersizliklerine çözüm bulmak vb gibi güzel söylemlerle başladı.
Şu anki duruma bakılırsa GDO için vaat edilen hiçbir sav gerçekleşmemiştir. GDO ürünler kesinlikle daha kaliteli ya da daha ucuz değildir. Bu tür ürünler, piyasaya yerleşene kadar bir pazarlama tekniği olarak diğerlerinden daha ucuza satılabilmekte; ancak tüketimin artması, patent hakkıyla birleşince oluşan bağımlılık sonrası yüksek fiyat kaçınılmazdır.
Açlık; ürün azlığından değil, gelir ve dağıtımın eşitsizliğinden kaynaklanmaktadır. BM Gıda ve Tarım Organizasyonu (FAO) verileri 2008’deki gıda krizinin yetersizlikten değil üretilen gıdanın dengesiz dağıtımından ve insanların yoksulluğundan kaynaklandığını bildirmektedir. Hatta kişi başına ihtiyacın üzerinde (2720 kcal) besin düşeceği belirtilmiştir. En büyük GDO üreticileri olan ABD, Arjantin ve Kanada`dır. Bu ülkelerdeki açlarının sayısında GDO’lu ürünlerden kaynaklı bir azalma yaşanmamıştır.

ALTIN PİRİNÇ YALANI
Asya’da yetersiz beslenme sonucu A vitamini eksikliğine bağlı körlük oluşmaktadır. Bünyesinde Beta-karoten üreten üreten çeltik üretilmiş ve buna da Altın Çeltik denmiştir. GDO’lu çözüm olarak üretilen genetiği değiştirilmiş A vitamin takviyeli çeltiğin yılda 140 bin çocuğu körlükten kurtardığı kurtaracağı iddia edilmektedir. Bunun bir aldatmaca olduğu beslenme uzmanları tarafından belirtilmektedir. Beta-karoten A vitaminin Pro-vitaminidir. Beta-karotenin A vitamine dönüşebilmesi için vücutta belli oranlarda yağ, protein ve çinko bulunması gerekmektedir. Zaten yetersiz olarak beslenen bir insanın vücudunda bu bileşenlerin gerekli oranlarda bulunma ihtimali oldukça düşüktür. (ÖLÇÜ,2005) Oysa günlük olarak alınması gereken A vitamini miktarı belli başlı sebzelerden, yumurtadan veya belli miktarda sütten kolaylıkla karşılanabilir.
Bir insanın günlük A vitamini ihtiyacını karşılayabilecek pirinç miktarı 1500 gramdır.
Bir kişinin hele bir çocuğun bu miktarda pirinç tüketmesi mümkün değildir. A vitamini ihtiyacı için günde 73 gram yeşil yapraklı sebzenin yeteceği bildirilmektedir. Ayrıca altın pirincin sağlık üzerine etkileri de araştırılmamıştır. GDO konusunda uzman Dr. Mae Wan Ho’ya göre A vitamini zehirlenmesi besinlerde aşırı beta-karoten alınması durumunda söz konusudur. Alerji konusu da ciddiye alınmalıdır. Genlerin alındığı nergis bitkisinin alerjik bir reaksiyon yaptığı kesindir.
Tayland’dan alternatif tarım ağından Daycha Siripatra’ya göre altın pirinç kötü beslenme sorununu çözmeyecektir. Bize şöyle sesleniyor: “Bizi aldatıyorlar. Eğer yoksullar toprağa sahip olsaydı daha iyi beslenebilirlerdi. Yoksulların A vitaminine ihtiyaçları yok.

TERMİNATÖR TOHUM
Uluslararası tekellerin biyoteknoloji laborauvarlarında; kendi kendini yok eden ve bu yüzden terminatör olarak adlandırılan tohumu geliştirdiler. Terminatör tohum teknolojisi ile üreme yeteneği alınmış tohumları, her yıl para vererek yeniden satın almak zorunda kalan çiftçi ayrıca bu alanlarda kullanılmak için üretilmiş birkaç çeşit kimyasala da bağımlı hale geliyor. Çünkü bu tohumlar, üretici firmadan alınan kimyasal tetikleyiciler olmadan ürüne dönüşmüyor. Tozlaşmayan ve üremeyen yapıyı elde etmek için tohuma, kendini yok etmesini sağlayan ‘terminatör’ geni ekleniyor. Bu gen tohumun sadece o yıl ürün vermesini sağlıyor ve sonraki yıl için tohumluk olarak kullanılmasına engel oluyor. her şeye rağmen oluşan tohumlar ise kullanım halinde gelişmeden çürüyor. Bilim adamları bunu "bitkinin intiharı" diye özetliyor. Sonuçta tohumlar ve koruma ilaçlarının üretimi genelde aynı şirket tarafından yapıldığı için şirketlere bağımlılık yaratıyor..
ABD’nin yanısıra Kanada, Avustralya, Brezilya, Çin, Japonya, Güney Afrika ve Türkiye’de satışa sunuluyor. Türkiye’de özellikle mısır ve soya üretiminde terminatör tohum kullanıldığı belirtiliyor.

SOYACILAR HÜKÜMETTEN GÜÇLÜ
2 Ocak 2003’te Paraguaylı 11 yaşındaki Silvino evine giderken ilaçlama yapılan soya tarlalarının yanından geçti. Şiddetli mide bulantısı ve baş ağrısı nedeniyle üç gün hastanede kaldı. Eve geldikten sonra başka bir ilaçlamaya dayanamadı ve öldü. Annesiyse soyacıların hükümetten bile güçlü olduğunu söylüyordu.
Afrika’ya zorla "acil açlık yardımı" adı altında kitlesel insan deneyleri yapılıyor.
Monsanto’nun GD "teknolojisini" yaymak için başvurduğu yöntemlerin arasında baskı ve rüşvet de vardı. Örneğin; Endonezya Hükümeti’nden üst düzey bir yetkiliye GDO’lu ürünlerin taranmadan satışa sunulması için 50 bin dolar rüşvet ödemişlerdi. 6 Ocak 2005’te Monsanto’ya iki dava daha açıldı. Yine Endonezya’daki 140 yöneticiye 1997-2002 arasında GD pamuğun ekimi için 700 bin dolar verilmişti. Ayrıca tarım bakanlığından üst düzey bir yöneticiye de 374 bin dolarla lüks bir ev önerilmişti. Bu ödemeler sahte pestisit faturalarıyla belgelenmişti.
2001’de IMF ve Dünya Bankası Malawi hükümetinden dış borçlarını ödemesi için acil durum gıda rezervini elden çıkarmasını istedi. Oysa ülkenin insanlarını besleyecek gıdası dahi yoktu. Böylece ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) 250 bin ton fazla GD mısırını Malawi’ye hibe etti. İngiltere Başbakanı’nın bilim danışmanı Prof. David King ABD hükümetinin GDO teknolojisini Afrika’ya yayma çabasını "kitlesel insan deneyi" şeklinde tanımlayarak kınadı. Ekim 2002’de Guardian’da çıkan bir makalede, ABD’nin acil açlık yardımı adı altında, Güney Afrika’nın altı ülkesine stok fazlası GD mısır göndereceğini açıkladı. Mısır, Zambiya, Malawi ve Zimbabwe’nin ana gıdasıydı. Riski göze almayıp reddettiler. Kabul edenler doyma umuduyla tekellerin ağlarına takılmışlardı.

HİNDİSTAN VE IRAK
Yani Monsanto gittiği yerlerde, ürünleriyle sadece zararlı böcekleri öldürmüyordu. Hindistan’da ekilmek üzere tasarlanan Monsanto’nun "Bollgard" pamuğu böceklere direnecek ve daha fazla kâr sağlayacaktı. Çiftçilere tohum, gübre ve ilaç satıldı. Ve burada da çiftçiler bir süre sonra ya işlerinden oldu ya da borçlarını ödeyemez duruma geldi. Temmuz 2005’te GD pamukla tanıştıktan sonra Maharashtra Eyaleti’nde 2006’ya kadar 1280, 2007’de de 1168 intihar oldu. Ve her sekiz dakikada bir hayatlarına son veren çiftçilerin ölüm şekli de aynıydı: pestisit içerek! Araştırmacılar Pencap’lı çiftçilerin kanlarında, yer altı sularında ve anne sütünde pestisit saptıyor. O bölgede kanser o kadar yaygın ki Malva bölgesinden Bikaner’e giden trene kanser treni adı veriliyor. Çünkü yolcuların büyük çoğunluğu kanser hastasıdır. Ancak bu kanserlerin pestisit nedeniyle çıktığına dair bir kanıt bulunmuyormuş!
Bush’un "katil" tohumları Irak’ta!
Başkan Bush "Irak’ta yeşerdiğinde bütün bölgeye yayılacak demokrasi tohumlarını ekmek için bulunuyoruz" derken mecazi bir ifade kullanmıyordu. Nasıl mı?
İşgalin ardından oluşturulan Geçici Koalisyon Otoritesi’nin (CPA) başına atanan Paul Bremer’in ilk eylemi ülke sınırlarını gümrük, tarife, kontrol ve vergi olmadan ithalata açmak oldu. 81 no’lu kanunsa çiftçilere tohum saklamayı yasaklarken; genetik müdahaleye uğramış, kısırlaştırılmış tohumların her yıl alınması mecburi kılındı.
Iraklılar yıllardır doğal tohumlarını Bağdat’taki ulusal tohum bankasında saklıyordu, fakat burası ABD bombalarıyla yok edildi. Eski tarım bakanı yedek bir bankayı Suriye’ye taşımıştı, tohumlar oradan sağlanabilirdi ama Bremer’in başka planları vardı.
USAID, Irak Tarım Bakanlığı aracılığıyla binlerce ton ABD merkezli "yüksek kaliteli, sertifikalı buğday tohumu"nu çok ucuza dağıtırken, bu tohumların bağımsız bilim adamları tarafından araştırılmasına izin verilmemektedir.

GDO HERYERDE
GDO"lu ürünlerden kaçış yok!Modifiye mısır 700, soya ise 900 üründe kullanılıyor. Genleriyle oynanmış bitkiler arasında mısır, soya, pamuk ve kolza ilk sıralarda yer almaktadır. Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan Günaydın bu konuda tüketicileri şöyle uyarıyor:"Bunları milyonlarca dolar ödeyip, ithal ediyoruz. Bu ürünleri yem rasyonlarımıza katıyoruz, işlenmiş ürün haline dönüştürüyoruz ve tüketici sofrasına getiriyoruz. Örneğin mısır ve soyadan üretilen yağ, un, nişasta, glikoz şurubu, sakaroz, fruktoz içeren gıdalar, bisküvi, kraker, pudingler, bitkisel yağlar, şekerlemeler, çikolata ve gofretler, hazır çorbalar, mısır ve soyayı yem olarak tüketen tavuk ve benzeri hayvanlardan elde edilen gıdalar, cola’nın içerisine giren nişasta bazlı şekerden tutun da hazır mamalardan, çorbalardan sıvı yağlara kadar 900 çeşit işlenmiş ürün maalesef sayabiliriz."

“DİLENCİLERİN TERCİH ETME HAKLARI YOKTUR!”
Avrupalı tüketiciler genetiği değiştirilmiş ürünler konusunda oldukça hassaslar. Avrupalı market zincirlerinin çoğu, genetiği değiştirilmiş bileşenler içeren gıda maddelerini stoklamayı reddediyor. Avrupalı tüketiciler, üreticilerden bu tür bileşenlere sahip gıda ürünlerinin mutlak suretle özel olarak etiketlenmesini talep ediyorlar. 1990`larda, dioxin`li tavuklar, öldürücü beyin hastalığına sebep olan sığır etleri gibi gıda güvenliği skandallarıyla çok canı yanan Avrupalıların, Avrupalı bilim insanlarına güveni oldukça azalmış, Amerikalılara ise hemen hemen hiç kalmamıştır ( GİLLİS & BLUSTEİN, 2006).

Açlıktan insanları ölen Afrikalı ülkelerin (Zambia) yöneticileri bile ABD`nin genetiği değiştirilmiş ürünlerden oluşan gıda yardımlarına itiraz etmişler, `normal gıda` talebinde ısrar etmişlerdir. Ancak ABD`li yetkililerden aldıkları yanıt açık ve sert olmuştur: `dilencilerin seçme hakkı olamaz!` ( ÖLÇÜ, 2005). Afrikalılar ise bunun üzerine 8 Şubat Çarşamba günü GDO gıdalara karşı durmaya yemin etmiştir. (Lusaka, SCHACİNDA, 2006)
Washington`daki Ralph Nader tarafından kurulan tüketici grupları bilgi ağının bir parçası olan Global Ticareti İzleme Bürosu (global trade watch) yöneticisi Lori Wallach Dünya Ticaret Örgütü kararı sonucu ortaya çıkan bu durumu `geriletici ve yozlaştırıcı` olarak tanımlamış ve DTÖ`yü `dünyanın geri kalanına da, tüketici isteklerini ve bu tüketicilerin seçtiği yasal temsilcilerin sözlerini hiçe sayarak Frankeştayn gıdaları tüketmeye zorlamak`la suçlamıştır ( GİLLİS &BLUSTEİN, 2006).


GDO ürünleri sağlığımızı nasıl etkiler?GDO’lu ürünlerin temel sakıncalarından biri de insan sağlığına karşı olumsuz etkileri. Ülkemizde 2000 yılında Çevre Bakanlığı, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ve Biyoteknoloji Derneği’nin ortaklaşa düzenlediği Küreselleşme Sürecinde Biyoteknoloji ve Biyogüvenlik Sempozyumu’nun katılımcılarından biri olan Dr. Vehbi Eser’e göre, sağlık riskleri şunlar; antibiyotiklere karşı dayanıklılık oluşturması, gıda olarak kullanımda insan ve hayvanda toksik ya da allerjik etki yapması, doğrudan alım durumunda insan ve hayvan bünyesindeki mikroorganizmalarla birleşme ihtimali mevcuttur. GDO’lu ürünlerin insanlarda alzhaimer, kanser, alerji, bebeklerde cinsiyet sorunları gibi olumsuz sonuçlara yol açtığı öne sürülmektedir.
Transgenetik ürünler hasta ediyor: Uzmanlar gittikçe artan Alzheimer, kanser, Alerji, enzim bozukluğu, bebeklerde anemi ve hatta kısırlık vakalarını bile, tabağımıza gelen besinlere bağlıyorlar.
Arjantin’de GDO’lu tarım yapılan yerlere yakın insanlarda da tiroit, solunum sistemi bozuklukları, akciğer ödemleri, deri hastalıkları gelişiyordu. Hatta hormon bozuklukları yüzünden bazı kız çocukları üç yaşında regl olduğu gözlenmiştir. Soya tarlalarının yakınında yaşayanlarda her gübrelemeden sonra şiddetli migren, göz yaşarması, mide bulantısı, eklem ağrıları şikayetlerine rastlanmıştır.
GDO Gıdadaki atom bomdası: İskoçya Rowett Enstitüsünde Dr. Arpad Pusztai’nin genetiği değiştirilmiş patates ile beslediği farelerin tümünün iç organları ve beyinde küçülme, sindirim sistemlerinde bozukluk, bağışık sistemlerinde çökme görüldü.
Üremede transgenetik mısır ve soya tehlikesi: Viyana Veterinerlik Üniversitesi’den bilim adamlarının yaptığı araştırmada, genetiği değiştirilen mısırla 20 hafta beslenen dişi farelerde üreme sorunu görüldü. Embriyolar küçülüyor.
Rusya Bilimler Akademisi’nden Dr. İrina Ermakova’nın fareler üzerinde yaptığı denemede, genetiği değiştirilmiş soya ile beslenen farelerin yavrularının yüzde 55,6’sı, doğumdan 3 hafta sonra öldü. Normal besinlerle beslenen farelerde bu oran yüzde 6’dır.
Virüslere dayanıklı olarak geliştirilen GDO’lu bitkilerin, başka virüs tiplerinin ortaya çıkmasına neden olabileceği Michigan Üniversitesi’nde deneysel olarak kanıtlanmıştır.

GDO’LU SÜT NE KADAR SAĞLIKLIDIR?
Piyasaya giren ilk patentli GDO ürünü "rBGH" yani büyüme hormonu içeren süttür. Monsanto’nun iddiasına göre rBGH enjekte edilen inekler yüzde 30 daha fazla süt üretecekti. Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) bu sütün sağlıklı olduğunu açıklıyor. rBGH hormon inekte IGF-1 adı verilen başka bir hormonu da arttırmaktadır. Bilim adamları hayvanlarda insülin benzeri bu büyüme faktörünün artmasının kansere yol açabileceği söylüyordu. Zamanla ineklerin sağlığı bozulmaya başladı. Yürümekte bile zorlanan bu hayvanları iyileştirmek içinse daha fazla antibiyotik verildi. 1990’ların sonunda antibiyotik kullanıcılarının yüzde 70’i artık hayvanlardı! Ve tabii et ve süt tüketen insanlar da antibiyotiğe dirençliydi artık.
1994’te FDA, bu sütün "etiketlenmeden" satışını onayladı. rBGH’nin insan üzerindeki etkileriyle ilgili hiçbir test yapılmamıştı. Bilim en az iki yıl süren testler öngörürken, farelerde bile sadece 90 gün test edilmişti. Tüketici, farelerde lösemi ve tümörlere yol açan madde içeren kanserojen bir besin tükettiğini bilmiyordu! Ve FDA, Monsanto’ya "tamiri mümkün olmayan zarar" vereceği gerekçesiyle hükümet dışında kimsenin bu testin sonuçlarını görmesine izin vermedi. Oysa Kanadalı bilim adamları yaptıkları araştırmayla bu sütün insanlarda göğüs ve prostat kanserine yol açacağını açıkladı. Süt, 1999’da Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde yasaklandı. 1998’de FOX TV, rBGH skandalıyla ilgili bir dosya hazırladı fakat Monsanto’nun baskısı nedeniyle hiç yayımlayamadı. Hazırlayanlarsa kovuldu.
Brezilya fındığının bir genine sahip olan transgenik soya fasulyesi, fındığa alerjisi olanlarda alerjiye neden oluyor. Yapılan çalışmalar, bitkilerdeki alerjikliğin böceklere ve hastalıklara karşı oluşan savunma mekanizmalarındaki proteinlerle bağlantılı olduğunu gösteriyor. Uzmanlar, hastalıklara ve böceklere direnç göstermeleri için değiştirilen transgenik bitkilerin diğer bitkilerden daha yüksek bir alerjik potansiyele sahip olabileceğine dikkat çekiyor.
Rowett Enstitüsü’nde çalışan Arpad Pusztaria’nın son deneyleri GDO’larla ilgili yeni kuşkular ortaya çıkardı. Sözü edilen çalışmada, genetik yapısı değiştirilmiş patateslerin fareler için toksik olduğu, bağışıklık sisteminde bozukluklar, viral enfeksiyonlar gibi birçok etkileri olduğu ortaya çıktı. Genetiği değiştirilmemiş patateslerle beslenen fareler gayet sağlıklıydı. Sonraki deneyler toksikliğin gen transferi yöntemiyle ilgili olduğunu ortaya çıkardı.
Genetiği değiştirilmiş gıdaların yan etkilerini araştıran bilim adamları, dünyada yaygın olarak üretilen transgenetik mısırın farelerde üreme sorununa yol açtığı bulgusuna rastladı.
Avusturya Sağlık Bakanlığı ve Avusturya Sağlık ve Gıda Güvenliği Dairesi’nin karşıladığı, Viyana Veterinerlik Üniversitesi’den bilim adamlarının yaptığı araştırmada, genetiği değiştirilen mısırla 20 hafta beslenen dişi farelerde üreme sorunu görüldü.
Amerikan Monsanto şirketinin ürettiği transgenetik mısırla beslenip yavrulayabilen farelerin yavrularının kilosunun normalin altında olduğu belirlendi. Bilim adamlarından Jurgen Zentek, araştırmanın tek tür hayvan üzerinde yapıldığını ve sonuçlarının doğrudan insana uyarlanamayacağını belirterek, farelerden başka hayvanlarda da bu sorunlarla karşılaşılıp karşılaşılmayacağını belirlemek üzere başka araştırmaların gerekli olduğunu vurguladı.
Moleküler genetikçi Joe Cummins’in yaptığı bir çalışmada çok daha ürkütücü olasılıklar gündeme geliyor. Bu çalışmada, transgenik bitkilerde gen transferini yönetmekte kullanılan karnabahar mozaik virüsünün (CaMV) yeni virüslerin oluşumunda rol oynayabileceği kanıtlanıyor. CaMV insan hepatit B virüsüyle yakından ilişkili bir virüs ve aynı zamanda AIDS virüsü gibi insan retrovirüsleriyle dizi homojenleri içeriyor. Aynı virüsün birçok bitkide, mayada, böceklerde ve Escherichia coli’de etkin olduğu belirtiliyor. Bilimciler iki tür potansiyel tehlikeye dikkat çekiyor; durgun virüslerin yeniden harekete geçmesi ve CaMV ile diğer virüsler arasında yeni bulaşıcı diziler oluşturabilecek rekombinasyonlar oluşması.
Bir başka deney, besinler yoluyla aldığımız yabancı DNA’nın hücrelerimize taşınabileceğini ortaya çıkardı. Yakın zamana kadar DNA’nın bağırsaklarımızda sindirilebileceği düşünülüyordu. Ancak deneyler durumun aksini kanıtladı. Bakteriyel bir virüsün DNA’larıyla beslenen farelerde bağırsak boyunca yaşayabilen ve kana karışabilen büyük virüs DNA’sı parçaları bulundu. Alınan DNA’lar lökositlerde, dalak ve karaciğer hücrelerinde de görüldü ve virüs DNA’sının fare genomuna yerleştiği kanıtlandı. Hamile farelere yedirilen virüs DNA’sı, ceninin ve yeni doğmuş yavruların hücrelerine geçtiği de belirlendi. Prof.Dr.Kenan Demirkol (İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi) bildirdiğine göre sindirim yoluyla alınan genlerin bağırsaklarımızdaki yararlı bakterilere geçebileceği ve bağırsaklarımızın antibiyotik fabrikalara dönüşebileceği tehlikesinin korkunçluğuna vurgu yapıyor.

GENLER LABORATUVARDA DURDUĞU GİBİ DURMUYOR
Aktarılan genler metabolik farklılıklara yol açabilirler. Bu farklılık hem modifiye bitki hemde bununla beslenen canlılar için tehlikeli sonuçlar doğurabilir.
1996 yılında, Brezilya kestanesinden ve fındığından soya fasulyesine aktarılan geni içeren ürünler, alerji yapması nedeniyle, marketlerden toplatılmıştır.
Gen teknolojisinin en büyük sorunlarından biri de aktarılan nükleotid dizisinin kararsızlığı, değişebilirliği ve yeniden düzenlemelere açık olmasıdır. Bu tür değişiklikler allerjik reaksiyonlara neden olan proteinlerin ve toksik maddelerin üretimine yol açabilir. 13 Mayıs 2000 tarihinde Monsanto firması, RR Soya genomunda, işlemin ABD’de onay aldığı 1992 yılından beri soyaya ekledikleri tek gen olduğu iddia edilen CP4EPSPS geni dışında nereden köken aldığı bilinmeyen iki DNA parçacığı daha saptadıklarını açıklamıştır. Söz konusu DNA parçacıkları Monsanto’nun bugüne kadar dağıtımını yaptığı bütün RR soya soylarında bulunmaktadır. Ancak Monsanto firmasına göre "hiçbir zararlı yan etkisi bildirilmemiştir."
Doğada normal koşullarda gerçekleşmeyen prokaryot ve ökaryot genleri arasındaki rekombinasyon da teknolojiye ilişkin belirsizliklerden biridir. Prokaryotlarla ökaryot organizmaların genetik kod translasyonu (protein sentezi sırasında kullanılan mekanizma) bazı açılardan farklılık gösterir. Buna bağlı olarak, sentezlenen proteindeki bazı aminoasitler orijinal organizmadaki DNA dizisine göre beklenen proteinin aminoasit dizisinden farklı olabilir. Bu durum E. coli bakterisine ürettirilen insan insülin benzeri büyüme faktöründe saptanmıştır. İnsan proteinindeki arginin aminoasidi yerine E. coli bakterisinde sentezlenen proteinde lizin aminoasidine rastlanmıştır (R. Seetharam ve ark., BBRC., vol. 155, p 518, 1988).

DOĞANIN, ÇOCUKLARIMIZIN GELECEĞİ TEHLİKEDE!
ÇEVRESEL RİSKLER: GDO’lu bitkiler üzerinde en çok tartışılan konuların başında çevreye verebileceği zararlar gelmektedir. Bilim adamlarının çoğu, GDO’lu bitkilerin ekolojik zararlarının olabileceği görüşünde birleşmektedir. Öte yandan, GDO’lu bitkilerin ikinci kuşak üretimini engellemek amacıyla, uygulanan terminatör teknolojisi gereği, tohumlar üreticiye verilmeden önce yüksek dozda antibiyotik ile bulaştırılmaktadır. Bu tohumların ekilmesiyle toprağa önemli miktarda antibiyotik geçişi söz konusudur. Buğday ve pamuk gibi çok geniş alanlarda ekimi yapılan ürünlerde bu uygulamanın etkisinin ne kadar büyük olacağı açıktır. Klasik herbisitler ürüne de zarar verdiğinden, üreticiler tarafından son derece dikkatli ve düşük dozda kullanılır. GDO’lu çeşitler ot öldürücülere dayanıklı olduklarından, ürüne zarar vermeyeceği düşüncesiyle, daha fazla ilaç kullanımı söz konusu olmuştur. Denemeler sonucunda, GDO’lu soyalarda herbisit kullanımının bir kaç kat arttığı belirlenmiştir.
Mikrorganizmalarda değişim: Antibiyotiklere dayanım izleme genlerinin toprak bakterilerine geçmesi ya da terminatör teknolojisi gereği toprağa verilen yüksek dozdaki antibiyotiklerin baskısı nedeniyle dayanıklı yeni bakteri tiplerinin oluşma ihtimali her zaman vardır. Virüs genleri, diğer virüs ve retrovirüslerin genleri ile karışabilmekte, bunun sonucunda da patojeniteleri artmış yeni virüsler oluşabilmektedir. Bu gen karışımının 8 hafta gibi kısa bir sürede gerçekleşebileceği deneysel olarak kanıtlanmıştır. Öte yandan, “Cauflower Mosaic” virüsü GDO’lu mısır, pamuk ve kolzalarda yaygın olarak kullanılmaktadır. “Pararetrovirüsler” grubundan olan bu virüsün, hepatit-B ve HIV virüsleri ile büyük benzerlik göstermesi, konunun önemini daha da artırmaktadır.

BİYOÇEŞİTLİLİK YOK EDİLİYOR
GDO’lu bitkilerin faunada yararlı akraba türlerin yok olmasına ve yeni zararlı populasyonlarının oluşmasına neden olabileceği tartışılmaktadır.
Özellikle, GDO’lu mısırlardaki Bt genlerinin sadece koçan kurtlarına etkili olduğunun söylenmesine karşın, mısır bitkilerinin arasında yetişen ve üzerinde bol miktarda mısır çiçektozu bulunan “Asclepias” adı verilen bitkilerle beslenen kral kelebeklerinin de öldüğü görülmüştür. Ayrıca, yararlı böceklerden olan “Ladybugs” (hanım böceği) ve “Lacewing” gibi böceklerin öldüğü, bu böceklerle beslenen arı ve kuşların da zarar gördüğü saptanmıştır. Bilindiği gibi, dayanıklı çeşitlerin oluşturduğu baskı sonucunda zararlılar zamanla tepkilerini değiştirebilmektedir. Bu durumda hem GDO’lu bitkiler etkisiz hale gelmekte, hem de biyolojik savaşta Bt bakterilerinden yararlanma imkânı ortadan kaldırmaktadır.
Ayrıca, GDO’lu bitkilerdeki herbisitlere dayanıklılık genlerinin yabani akrabaları olan otlara geçmesiyle, tarımsal mücadele güçlüklerle karşılaşabilecektir. GDO’lu mısırlardan yabani mısır türlerine gen bulaştığına ilişkin resmi raporlar yayınlanmaya başlanmıştır.Yabani floradaki genetik yapı değişiklikleri, onların gen kaynağı olarak değerini tamamen yok edebilir. GDO’lu bitkiler için geliştirilen herbisitler, bu bitkilerin dışındaki tüm bitkileri kesin olarak öldürmektedir. Geniş alanlara uygulanan bu tip herbisitlerden yabani flora olumsuz etkilenmektedir.
7000 yıllık Meksika mısırı artık saf değil. M.Ö. 5000 yılından beri ekilen, Maya ve Aztek kültürünün temeli olan mısır çeşitliliğini korumak için 1998’de GD mısırlar üzerine bir moratoryum verilmişti. Yerli mısırlara %3-10 oranında GDO bulaşmıştır. Kanola’ya aktarılan gen, daha sonraki incelemelerde yabani hardallara bulaştığı tesbit edilmiştir.
Arkansas Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada, GDO’lu çeltikten, çeltiğin yabani gen kaynağı olan kırmızı çeltiğe gen geçişinin olduğu belirlenmiştir.
Öte yandan, terminatör genlerin akraba türlere çiçektozları ile geçerek onların ikinci yıl tümüyle yok olmalarına neden olması yüksek bir ihtimaldir. GDO’lu bitkilerden kaynaklanabilecek genetik kirlilik, birçok yabani türün anavatanı olan Türkiye için ayrı bir önem taşımaktadır.
Ülkemiz 11 bin bitki türüyle önemli floraya saiptir. Buğdayın anavatanı ve ilk ekilip biçilmeye başlandığı yerdir. 2 bin bitki türü endemiktir. Başta endemik türler olmak üzere bu topraklar önemli gen zenginliğini barındırıyor. GDO’lu ürünlerin topraklarımızda yetiştirilmesi biyolojik çeşitliliği geri gelmemek üzere yok etme tehlikesi yaratacaktır.

YASA TASLAĞI HAZIR!
Bütün olgular GDO’lu ürünlerin insanlığı açlıktan kurtarma iddiası yalandan ibaret olduğunu gsteriyor. GDO’nun setbest bırakılması gıda üretim ve denetimini bir avuç tekele teslim edilmesinin ta kendisidir. Üstelik bunu yaparken de hiçbir etik kuralı tanımıyorlar. Bir avuç tekelin karı için doğanın insanlığın imhasının hiç önemi yok. Yeter ki emek ve doğa, kanının son damlasına ve tohumuna kadar sömürülsün…
Bilim ve Teknik’in 2004 Ekim sayısında GDO yasa taslağının 6 yıldan beri ilgili tüm kurum ve kuruluşların katkılarıyla hazırlandığını bildirirken satır aralarında GDO’nun tehlikesinden de söz ediyor.
Hükümetimiz emperyalistlerden gelen istekleri yasalaştırmakta hep istekli davranmıştır. Yasak olmasını karşın ülkemize GDO’lu tohum ve gıdalar girmeye devam ediyor. Hükümet GDO’yu engelleme konusunda parmak oynatma niyetinde değil. Şimdi GDO’lu tarımsal materyallere serbestlik getirecek Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı’nı meclise sunulmak üzere Başbakalık’tadır. İnsan neslinin ilk ekip biçmeye başladığı bu topraklar; GDO’lu tarımın BİYOTEHLİKE’siyle karşı karşıyadır. Yasa taslak yasalaşırsa GDO’nun serbest bırakılacaktır. Toprağın efendisi olan köylü ve üreticilerimiz bir avuç tekelin kölesi olacaktır.
Bu ülkenin bilim insanları, üreticileri, aydınları, demokratik kitle örgütleri, sendikaları ve meslek örgütleri olarak; Ulusal BİYOGÜVENLİK yasası’nın işçi ve üreticilerin boynuna vurulacak yeni bir kölelik yasası olacağını görmek durumundayız. Bir Biygüvenlik yasası çıkacaksa GDO’yu bütünüyle YASAKLAYAN bir YASA olarak çıkmalıdır. Tehlike büyük, görevimiz de büyüktür.
GDO YASAKLANMALIDIR!
Çölleşme tehlikesinin devam ettiği ülkemiz, GDO’lu ürünlerin serbest bırakılmasıyla GENETİK ÇÖLLEŞME’ye de teslim olacaktır.

TEHLİKENİN FARKINDA MIYIZ?!
GDO’nun doğanın ve insanlığın geleceği için onarılamayacak riskler taşıyor. Tarihte tarımım ilk yapıldığı topraklar Mezopotamya ve Anadolu’dur. Irak 2003 yılında askeri işgaliyle beraber GDO işgaline de uğradı. Şimdi sıra ANADOLU’da! Örgütlenip seslerimizi birleştirerek doğamıza ve geleceğimize sahip çıkmak... Tersi düşünülebilir mi?.
Amerikalı gazeteciler 1950’li yıllarda Sovyetler Birliği lideri Stalin’e: “Sovyetler Birliği’nde sosyalizm yıkılır ve kapitalizm yeniden kurulursa ne olur?” diye bir soru sorarlar. Stalin’in cevabı söyle olur: “Yalnızca sovyet işçileri değil, Dünya işçi sınıfı tüm kazanımlarını kaybeder en geri konuma düşer.” 60 yıl önceki tehlike uyarısı bugün gerçekleşmiş durumdadır. Dünya işçi sınıfı ve emekçi halkları tüm kazanımlarını kaybetmiş ve emperyalist tekellerin köleleri olma yolunda hızla yol almaktadır. Fukuyama’nın da yanlışını kabul ettiği gibi işçi sınıfı için değil ama her vahşi tekelci egemen açısından “tarihin sonu” gelecektir. Bu gerçeği ABD’den başlayan ve tüm dünyaya yayılan kriz bir kez daha hatırlatmaktadır. Dünya bir avuç tekelin; emeği ve doğayı tahrip etmelerine dayanamayacak duruma geldi. Toplumun ve doğanın tahribinin geldiği son nokta ise GDO’dur. GDO; katil ve çürüyen tohumlarıyla çürüyen ve can çekişen kapitalimzi (Emperyalizm) temsil etmektedir. Çürüyenin geleceği yoktur.
Toplumsal emek ve sosyal tarih; insanlığın sayısız zorlukları aştığını, bu saldırıyı da aşacağını göstermektedir. Kapitalist tekellerin elinde ve denetiminde tehlike saçan Bilim ve teknoloji, işçi ve emekçilerin sosyalizm mücadelesinin zaferiyle özgüleşebilir ve insanlığa hizmet edebilir/edecektir de. Tarihin ve toplumun ilerleyişini durdurabilecek güç yoktur. Gelecek ve ilerleme sosyalizmdedir.

ALINTILANAN VE YARARLANILAN KAYNAKLAR:
Bilim ve Teknik, Tübitak BBC World Gazeteler GDO’ya Hayır Platformu, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar Deklerasyonu Neşe YILMAZ, T.Ü.Gıda Mühendisliği Prof. Dr. Şeminur TOPAL Prof. Dr. Tayfun ÖZKAYA MASIPAG, Grains of Delusion, Golden Rice seen From The Ground,http: //stopogm. net/files/ GrainsDelusion. Pdf Conway, G., http://www.oecd. org/subject/ biotech/ed_ prog_sum. htmOkan BAYÜLGEN/Sade Vatandaş National Geographic-Haziran 2009 Ölçü, 2005 Serpil ÖZKAYNAK iyibilgi.com-neşe yılmaz-19.12.2008 Yılmaz Kurt Samsun İl Özel İdaresiAR-GE Daire BaşkanlığıAR- GE Uzmanı Dunya Bulteni Haber Portali http://www.dunyabulteni.net/news_detail.php?id=79946 DOĞADERDoğayı ve Çevreyi Koruma Derneği Seeds of Destruction (Yıkım Tohumları), F. William Engdahl V. I. Lenin-Emperyalizm http://www.yeniaktuel.com.tr/dun111-1, 147@2100.html

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MADEN ATIK BARAJLARI VE ÇEVRE

Yağmur Yağmasın Siyanür Akmasın! Kemal KURTUL Ziraat Mühendisi 11.05.2011 Ülkemizde 50-100 milyon metreküp zehirli maden atığı olduğu tahmin edilmektedir. Bu miktardaki bir atığın herhangi bir şekilde çevreye akmasıyla oluşacak yıkım da devasa olacaktır. Çevreye zararı olmadığı belirtilen Kütahya’daki atık su barajındaki bendin yıkılmaması için neredeyse “yağmur yağmasın” duasına çıkacağız. Kütahya Gümüşhacıköy yakınlarındaki Eti Gümüş AŞ’ye ait maden işletmesine ait olan siyanürlü atık depolama barajının bentlerinden biri kısmen yıkıldı. Üç kademeli olan barajda zehirli atıklar son sete binerek bu sette sızıntı meydana getirmeye başladı. Yöre halkının anlatımları ve Çevre Mühendisleri Odasının incelemelerine göre barajdaki sızıntılar tarlalara kadar ulaşmıştır. Ve bendin her an yıkılması tehlikesi mevcuttur. Yetkililere göre herhangi bir tehlike yoksa da; bu bölgede su içmek dahi yasaklanmalıdır. Çünkü her an siyanür zehirlenmesi yaşanabilir. Litrede 8 mg siyanür 60 kg’lık bir insan

GDO YÖNETMELİĞİ

GDO YÖNETMELİĞİ ÇIKTI Gen kaynaklarımız tehlilkede; gıdalarımız daha güvensiz! Dünyada gen transferleriyle üretilen GDO'lü tarımsal ürünlerin yaygınlaşması ile birlikte tüm ülkeler bu ürünlere karşı çeşitli önlemler ve uygulamalar hayata geçirdiler. Bazı ülkeler bu ürünlerin insana ve doğal flora ve faunaya verdiği zararı önemseyerek yasaklarken bazıları da sınırlı serbestlik yolunu seçti. Ancak başta ABD olmak üzere Çin, Brezilya, Hindistan, Arjantin, İspanya, Meksika'nın da içinde olduğu Otuzu aşkın ülke GDO'lu ürünleri serbest bırakmış durumda. Ülkemizde hükümetler ise bu GDO konusunda 1998'den beri beri bir “Biyogüvenlik Yasası” için tasarı hazırlamalarına karşın; bu ürünlerin ülkemize girişlerine sessizce onay verdiler. Öte yandan da GDO'lu ürünlerin ülkemizde yasak olduğunu açıklamaktan geri kalmadılar. GDO'lu ürünlerin Doğal ortama, insan sağlığına ve gen kaynaklarıne olumsuz etkileri bilim insanları ve araştırmacılarca ortaya konulup gerekli uyarıların y

BİLİMİ HALKLA BULUŞTURAN BİLİM İNSANI: ARŞİMET

Bilime sayısız katkılar sunan Arşimet o dönemde Yunan adası olan Sicilya’nın Sirakuza şehrinde doğmuştur.(MÖ:287) Dönemin bilim insanları Dünya'yı ve Evren'i anlamaya ve onu hesaplamaya çalışıyorlardı Dünya'yı, Ay’ı, Güneş’i ve yıldızları nasıl ölçeceklerdi? Yıldızlar ne kadar uzaktaydılar? Evren’i kim ölçecekti? İskenderiye bilim ocağında yetişmiş Arşimet bu işi üzerine aldı. Çalışmalarına o güne kadar astronomların kafasını yoran sorun olan dünyayı ölçmekle işe başladı. Arşimet,İskenderiye Kütüphanesine sunmasına rağmen kabul görmeyen "Kum Tanelerinin Sayısına Dair’ kitabını Kral Gienon’a sunarak: “Syrakuzai’de ya da Sicilya’daki kumları değil, üzerinde insanın yaşadığı ve yaşamadığı, bütün kıtaları kastediyorum.” diyecektir. Kum taneciğini baz alarak ölçümler yapan Arşimet yıldızların çok uzak olduğunu öğrenmiştir. İskenderiye’de Nil nehrini dizginleyerek tarlaların sulanmasında kullanılan Arşimet Burgusu’nu icad etmiştir. Ve bu icadı uzun sure İspanya&